29 Mart 2011 Salı

Amerikan Güzeli (1999)

Orijinal Adı: American Beauty


Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Kevin Spacey, Annette Bening, Thora Birch

Tür: Dram

Ülke: ABD
Dil: İngilizce


Konu: Lester Burnham, çevresindeki insanlar tarafından sevilmediğini ve horgörüldüğünü düşünmektedir. Karısı Carolyn, bunca yıllık evliliklerinden sonra sanki ondan nefret eder gibi davranmaktadır. Kızı Jane, onu küçük görmektedir. Patronu ise sürekli onun girişimlerini baltalamaktadır. Yıllardır gizlemekte olduğu tutkuları sonucunda Lester, hayatında birkaç küçük değişiklik yapmaya karar verir. Böylelikle orta yaş krizini de kolaylıkla atlatabileceğine inanmaktadır. Aldığı kararlar sonucunda giderek özgürleştikçe ve mutlu olmaya başladıkça karısıyla kızını daha çok sinirlendirmeye başlar. (Kaynak: Beyazperde)

Film, IMDb Top 250'de 40'ncı sırada. Sekiz dalda Oscar'a aday olmuş. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En iyi erkek oyuncu dahil beş dalda Oscar kazanmış.

"Olağan Şüpheliler" ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü alan Kevin Spacey, bu filmle En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ı almış.

Yönetmen Sam Mendes ise daha sonra Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road) filmini çekmiş. Aslında iki filmin teması birbirine benziyor: Hayatlarından memnun olmayan tipik Amerikan ailesi.

İlk ailemize bakalım: Burnham ailesi. Adam mutsuz, kadın mutsuz, kız zaten yaş icabı mutsuz.

Lester, sıradan rutin bir işte çalışan ve hayatından memnun olmayan bir adam. Sanırım 40'lı yaşlara gelince herkesin yaşadığı bir sendromu yaşıyor. (Henüz 40'a gelmediğim için bilemeyeceğim.) Kevin Spacey gerçekten kambur mu yoksa rol icabı mı yapıyor? Adam rolün hakkını vermiş, söke söke almış Oscar'ı. Lester bir gün kızının arkadaşı Angela'yı görüyor ve onunla ilgili fanteziler kurmaya başlıyor. Bu, adamın hayatında değişiklik yapması için bir kıvılcım oluyor. Spora başlıyor, işinden ayrılıyor, insan kaynakları elemanını tehdit ederek yüklüce bir tazminat alıyor (insan kaynakları elemanıyla yaptığı görüşmede söylediği şu cümle süperdi: "I'm an ordinary guy, with nothing to lose / Ben kaybedecek hiçbir şeyi olmayan sıradan bir adamım"), arabasını değiştiriyor, çocukluktan beri hayalini kurduğu kırmızı bir araba satın alıyor, tekrar uyuşturucuya başlıyor... İsyan edince mutlu olan insan... Hayatının son gecesinde ise kendisinin "ermesine" sebep olacak iki olayla karşılaşıyor: Birincisi, karısıyla evliliklerinin göstermelik olduğunu söylediği komşusu Albay Frank'in onun eşcinsel olduğunu düşünerek ona sarılması; ikincisi ise onca zamandır hayalini kurduğu Angela'nın daha önce hiç kimseyle yatmamış olması. Lester böylece bir "ermiş" olarak hayata gözlerini yumuyor.

Karısı Carolyn ise tam bir "kişisel gelişim" abidesi. Başarılı bir imaj çizmenin başarı için altın anahtar olduğunu düşünüyor. Bahçesini bile komşularına hava atmak için düzenliyor. İş toplantılarına sırf mutlu bir evliliği olduğunu göstermek için kocasıyla gidiyor. Tabi dolayısıyla emlak sektörünün en başarılı elemanı "King"le yatıyor. "King" ise Carolyn'in erkek hali. Daha doğrusu Carolyn'in ulaşmaya çalıştığı ama ulaşamadığı kişiliğin erkek hali. İkisi sevişirken söyledikleri şu sözler adamın egosunu ortaya koyuyor: "Who's the king? You are! / Kral kim? Sensin!" Silahlarla ilgili düşünceleri de kişiliklerinin açığa çıkmasını sağlıyor aslında: "Nothing makes you feel more powerful / Hiçbir şey kendini daha güçlü hissettiremez"

Dedim ya, kız yaş icabı mutsuz. Aslında filmdeki en normal insan o... Tipik ergenlik psikolojisi, hiç kimse beni anlamıyor tripleri... Yalan değil, anlamıyorlar :)

Komşuları emekli Albay Frank tipik bir muhafazakar. (Sanki kaç tane tipik Amerikan muhafazakarı gördüysem :P) Asker filmleri seyrediyor, silah koleksiyonu var, hatta bir Nazi tabağı bile var ve oğluna uyuşturucu testi yapmak için oğlundan idrar örneği alıyor. Eşcinsellerden nefret ediyor. Ama aslında kendisi de bir eşcinsel ancak bunu öylesine gizliyor ki, insan kendi kendine adamın bu kadar katı olmasının bir sebebi olmalı diyor. Oğlunun eşcinsel olduğundan şüphelenip oğlunu tekme tokat dövüyor. Son sahnede eşcinsel olduğunun açığa çıkmasından korktuğu için Lester'ı vuruyor.

Oğlu Ricky ise ayrı bir psikopat. Film koleksiyonu var ve ailesi odasındaki dev televizyon vs.yi film kiralama işinden kazandığını düşünüyor. Elinde sürekli bir kamera, herşeyi çekiyor. Aslında, elemanın çektiği rüzgarda savrulan poşet, sıradan şeylerin bile bakmayı bildiğinde ne kadar güzel göründüğünü gösteriyor. Ancak Ricky asıl parayı uyuşturucu işinden kazanıyor. Anlaşılan müşteri portföyü epeyce geniş.

Filme ismini veren, "Amerikan güzeli" Angela ise "sıradan olmaktansa ölmeyi tercih ederim" diyen sıradan bir kız. Model olmak istiyor. Erkeklerle yaşadığı hikayeler uydurup herkese anlatıyor. Filmin sonunda anlıyoruz ki, kız aslında şimdiye kadar kimseyle yatmamış.

Özetle, filmde hiçbir şey göründüğü gibi değil. İkinci seyredişimdi. Tekrar seyreder miyim? Sanırım evet...

25 Mart 2011 Cuma

Paranormal Activity (2007)


Yönetmen: Oren Peli
Oyuncular: Katie Featherston, Micah Sloat

Tür: Korku, Gizem, Gerilim

Ülke: ABD
Dil: İngilizce




Konu: Orta sınıf mensubu genç çift, taşındıkları banliyöde normal bir hayat sürmeyi ummaktadırlar. Bir süre sonra bu evde bir tuhaflık hissederler, kötü bir ruh onları rahatsız etmektedir. Hayalet özellikle gece yarısı, Micah ve Katie uykudayken ortaya çıkmaktadır. Bunun üzerine çift yaşadıklarını kamera ile kaydetmeye başlar. (Kaynak: Film.com.tr)

Bu filmi ikincisini izlemeden önce tekrar izledim. İkisini arka arkaya izlemek bana pek iyi geldi sayılmaz. Fazlasıyla gerildim. Tabi, gerilim filmlerinin amacı da bu, değil mi?

Film IMDb'de 6.6 gibi düşük bir puan almış. Filmin sevenlerinin olduğu kadar, sevmeyenleri de var... Benim puanım biraz daha yüksek olurdu heralde.

Söylentilere göre filmin iki farklı versiyonu bulunuyor. Filmi bir grup üniversite öğrencisi yönetmen Oren Peli'nin evinde çekiyorlar. Daha sonra film bir şekilde Steven Spielberg'in eline geçiyor. Spielberg filmin bazı sahnelerini ve sonunu değiştirmeleri tavsiye ediyor. Böylece filmin sinemalarda yayınlanan ikinci versiyonu ortaya çıkıyor. Ben ilk izlediğimde sinema versiyonunu, ikincisinde de amatör versiyonunu izledim.

Mica, teknoloji manyağı birisi. Cin, şeytan, peri gibi şeylere inanmıyor. Üstüne üstlük mevzuyla dalga geçiyor. Kendi kendisine deneyler yapıyor. Film boyunca Mica'nın bu umursamaz ve dalgacı tavırlarına gıcık oluyor insan. Filme de bu şekilde başlıyoruz. Mica Katie'nin evde anormal bazı şeyler olduğunu söylemesi üzerine gidip bir kamera satın alıyor. Amacı böyle şeylerin olmadığını ya da birilerinin şaka yaptığını vs. ispatlamak. Ama tam tersini ispatlayınca işler daha da çıkmaza giriyor. Mesela Katie eve medyum çağırdığında, Mica gidip medyum için korku filmi müzikleri besteliyor. Gel de gıcık olma...

Bence, filmin en önemli püf noktası yaşananların tamamen gerçek hayatla örtüşmesi. Yani, hepimiz kendi kendine kapanan kapılara rastlamışızdır. Yada durup dururken bir gölge geçtiğini zannetmişizdir. İşte insanı en çok böyle basit şeyler gerilime sokuyor.

İnternet'te okuduğum yorumlarda insanlar daha çok hiçbir şey olmadan geçen uzun sahnelere tepkilerini dile getiriyorlar. Bence bu uzun sahneler gerilimin dozunun daha da artmasına sebep oluyor.

Filmin sonlarına doğru Mica tavan arasında yanmış bir fotoğraf buluyor. Böylece Katie'ye musallat olmuş bir varlığın olduğunu anlıyoruz. Bu yaratık Katie'yi 8 yaşından beri takip ediyormuş aslında. Böyle olmadığını ikinci filmde göreceğiz.

İki versiyon ve iki farklı sondan söz etmiştik. Amatör versiyonunda 60'lardaki Diane'nin hikayesine biraz daha ağırlık verilmiş, Mica'yla Katie internet sitesinden kızla ilgili videoyu falan seyrediyorlar. Sinema versiyonunda ise yine internet sitesine bakıyorlar ancak "onun durumu ile senin durumun çok benziyor" diyerek kısa bir biçimde geçiyorlar. Sinema versiyonunda Mica ile Katie'nin fotoğrafının bulunduğu çerçeveyi Mica'nın yüzüne denk gelecek şekilde kırılmış olarak buluyorlar. Amatör versiyonunda ise bu yok.

En önemli fark finalleri. Amatör versiyonunda, Katie Mica'yı öldürdükten sonra transa geçiyor, polisler gelinceye kadar saatlerce ayağa kalkmıyor. Polisler geldiğinde dur ihtarına uymadığı için polisin biri onu vuruyor. Sinema versiyonunda ise Katie, Mica'yı öldürüyor, kameraya fırlatıyor ve en sonunda kamerayı kapatıyor. Söylentilere göre filmin bu son sahnesi için harcanan para, filmin tamamına harcanan paradan daha fazlaymış. İkinci filmi izleyince filmin sonunu niye böyle değiştirdiklerini daha iyi anlıyoruz.

24 Mart 2011 Perşembe

2012 (2009)

Orijinal Adı: 2012


Yönetmen: Roland Emmerich
Oyuncular: John Cusack, Thandie Newton, Chiwetel Ejiofor, Ryan McDonald, Danny Glover

Tür: Aksiyon, Macera, Dram, Bilim-Kurgu, Gerilim

Ülke: ABD
Dil: İngilizce, Fransızca, Tibetçe, Mandarin, Rusça, Hintçe, Portekizca, Latinca, İtalyanca

Konu: Bazı teorisyenlere göre 21 Aralık 2012 tarihinde dünyanın sonunun geleceğini öngören Maya medeniyetinin bu öngörüsünün doğru çıktığı bir geleceğin anlatıldığı 2012 adlı filmde insanların hayatta kalma mücadelelerine tanık oluyoruz. (Kaynak: Sinemalar.com)

Bu filmi sırf Maya takvimine göre 2012'de kıyametin geleceğini ele aldığı için izledim. IMDb'deki notu 5.9 olduğu için beklentiyi fazla yüksek tutmamak lazım.

Diğer yandan da filmde John Cusack'ın da olmasının filmi izlenebilir kılacağını düşündüm. John Cusack "Being John Malkovich"teki başrolüyle bildiğimiz ve sevdiğimiz bir isim.

Karizmatik bilim adamlarını hep sevmişimdir. Filmin başlangıcındaki bilimsel bölümler, nötrinolar falan, filmin beni içine almasına yetti. Ayrıca Fringe'de de oynayan
Ryan McDonald'ı (Massive Dynamics'teki genç bilim adamı) görünce biraz daha rahat ettim.

Yanardağ patlamaları, binaların çökmesi falan çok güzel olmuş, ama yine de depremden hızlı giden arabaya ve patlamadan hızlı giden uçağa gülmekten efektleri seyretmeye fırsat bulamadım.

Japonya açıklarındaki gemide cazcı amcalar dünyanın sonu ile ilgili şarkı söylüyorlardı. Çok hoş bir ayrıntı olmuş. "Önce yükselir sonra çakılırsın, hayatı yer kabuğunda yaşarsın. Ama dünyanın sonu değil ya, sadece bu şarkının sonu."

Riod de Janeiro'daki "Kurtarıcı İsa" heykeli, kıyamet filmlerinin vazgeçilmezi galiba. Başka hangi filmde gördüm bilmiyorum ama, Otostopçunun galaksi rehberinde de vardı. Vogonlar dünyayı yıkmaya geldiklerinde, insanların çığlıklarla etrafa kaçıştığı sahnelerden biriydi.

Amerikalı bürokratların kendilerini meşrulaştırma savı: "türümüzün devamını sağlamalıyız." Dr. Strangelove'ı hatırlattı bana. Marx'ın dediğinin tersine, Dr. Strangelove'da komedi, bu filmde ise trajedi... Ama vicdansız bilim adamı Dr. Strangelove bile buradaki adamlardan insaflıydı. En azından boy, kilo, genetik bilgiler gibi verilerle kurtarılacak insanların bilgisayarlar tarafından belirlenmesini talep ediyordu Dr. Strangelove. Evet insafsızdı, ama mantıklıydı (belki biraz aşırı). Bu filmdeki bürokratlar, oligarklar vs. tamamen kendi çıkarlarını düşünüyorlar.

Picasso, Da Vinci falan... Amerika dünya mirasını kurtarıyor. Başkan son anda asilce bir hareket yaparak uçağa binmiyor. Yalana bak, walla gözlerim yaşardı. Hollywood filmi değil mi işte, n'olacak...

Vatikan'da deprem olduğunda, çatlağın kilisenin tavanında bulunan Michelangelo'nun "Ademin yaratılışı" resmindeki Adem ve Tanrı'nın parmakları arasından geçmesi de ayrıca hoş bir ayrıntı.

Kahramanlarımız Çin'e vardıklarında helikopterlerle fil, zürafa gibi hayvanların taşındığını görüyorlar. Tam olarak "Nuh'un Gemisi" yapmışlar. Ayrıca gemilere "ship" demek yerine "ark" diyorlar, İngilizce'deki kullanımıyla "Noah's Ark"taki gibi... Çocuk babasına soruyor: "Why do they have anchors? - Neden gemilerin çapaları var?" Baba cevaplıyor: "Because they are not spaceships buddy, they are arks. - Çünkü onlar uzay gemisi değil dostum, onlar gemi." Soruyu soran çocuğun adının Noah (Nuh) olması da ayrıca hoş bir ayrıntı.

Sonuç olarak, başlangıçtakinin aksine, filme zaman ayırdığım için pişman değilim.

23 Mart 2011 Çarşamba

Terminatör 2: Kıyamet Günü (1991)

Orijinal Adı: Terminator 2: Judgment Day

http://www.imdb.com/title/tt0103064/

Yönetmen: James Cameron
Oyuncular: Arnold Schwarzenegger, Linda Hamilton, Edward Furlong

Tür: Aksiyon, Bilim-Kurgu, Gerilim

Ülke: ABD, Fransa
Dil: İngilizce, İspanyolca

Konu: 1997 Ağustos'unda yaşanan ve 3 milyarı aşkın insanın ölümüne neden olan olayın üstünden yıllar geçmiş ve 2029 yılına gelinmiştir. John Connor makinelere karşı insan direnişinin lideri konumundadır. Onu 2029 yılında yok edemeyen makineler şimdi yok edemedikleri düşmanlarını geçmişte yok etmeyi denemeye karar verirler ve John'un 13 yaşında olduğu döneme bir yok edici makine yollarlar. Buna karşılık John da o dönemde kendisini korumak için daha önce annesini öldürmek göreviyle geçmişe yollanan yok edici makinenin daha üst bir modelini (Arnold Schwarzenegger) geçmişe yollar. İki yok edici makine arasında John Connor (Edward Furlong) için büyük bir mücadele başlar. Bu arada henüz yaşanmamış olan 1997 Ağustos'unda yaşanacak olan felaketin mimarı olan Skynet adlı sistem de yavaş yavaş faaliyetlerini artırmaya başlamıştır. John ve onun koruyucu makinesi John'un annesini akıl hastanesinden kaçırıp Skynet'i durdurmak için işbirliğine girişirken diğer yok edici makine de John'u yoketmek için onların peşinden gitmektedir. (Kaynak: Vikipedi)

Arnold Schwarzenegger denince akla gelen iki filmden birincisi Terminator, ikincisi ise Barbar Conan'dır. Bugün Terminator serisinin ikincisini tekrar izledim. Bu film, herhalde benim kafamda Cyborg denen makinelerin sahip olduğu kötü imajın oluşmasında en önemli etken.

Filmin yönetmeni David Cameron, daha sonra Avatar, Titanic, Aliens gibi iddialı yapımların yönetmenliğini yapmış.

Oyunculardan Edward Furlong ise küçük bir çocuk. Daha sonra onu American History X'te asi dazlak bir genç olarak izleyeceğiz.

Filmin başında "Bad to the bone"un çaldığı kısım zaten başlı başına bir efsane. Şarkıyı duyar duymaz film sizi etkisine almaya başlıyor. Arnold amca motosiklete bindiği zamansa, "işte budur" dedirtiyor.

"Civa adam" ise başlı başına bir deha ürünü bence. Büyük ihtimalle Fringe'deki Shapeshifter'ların ilham kaynağı olmuştur.

Miles Dyson'ın evinde bilgisayar başında çalışırken görünen sahnede bilgisayar ekranının üstünde "bit happens" yazıyor. Forrest Gump'taki "shit happens" gibi... :)

Bir yerde "It's in your nature to destroy yourselves. / Kendi kendinizi yok etmek doğanızda var."
diyor Terminatör. Planet of the Apes'te de bu tema vardı. Maymunların bilim bakanı bunu engellemek için insanları kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Matrix'te de benzer bir tema vardı. Matrix'teki Ajan Smith insanla virüsü karşılaştırıp, beslendiği organizmayı yok eden iki canlı türü olduğunu söylemişti.

İnsanların "kıyamet"i kendilerinin yarattığı konusunu işleyen başka bir film var mı? IMDb'den "dystopia" anahtar kelimesine sahip filmlere baktım. Wall-E var mesela, insanların yeryüzünü dev bir çöplüğe dönüştürdüğü, sonrada uzaya kaçmak zorunda kalmalarını anlatıyordu.

Neyse, filme dönecek olursak... Bazı sahneler çok göze batıyor. Başlardaki kamyonla kovalama sahnesinde, kamyon duvara çarptığında kamyonun içine manken koydukları çok net belli oluyor. Bir kaç yerde de Arnold amcanın yüzüne maske geçirmişler, Arnold'a Arnold maskesi çok sırıtmış.

"Hasta la vista baby" repliğini filmin son sahnesinde söylüyor, diye aklımda kalmış. Meğerse, sonlara yakın ama yine de epeyce önce söylüyormuş. Ama tabi filmin en karizmatik sahnelerinden birisi olduğu için akılda öyle kalıyor.

Ha unutmadan, filmin aldığı ödülleri de sayalım. Dört dalda Oscar almış: En iyi ses, en iyi görsel efekt, en iyi makyaj, en iyi ses efekti editörlüğü. İki dalda da aday olmuş ama alamamış. Ayrıca, ben izlediğimde IMDb Top 250'de 42'nci sıradaydı.

İlk film için epeyce uzun bir yazı oldu. Umarım diğerleri için böyle olmaz. Yoksa film mi izleyeceğim, yazı mı yazacağım? Ama böylesi daha keyifli sanki...